Elif’le Katmandu’da Ev Hali: Söyleşi

Haziran 18, 2010

Permakültür Çalıştayı ile ilgili yazılara devam edeceğiz ama gün içinde çok yoğun çalışıyoruz. Yapılıp edilenleri toparlamak için daha çok zamana ihtiyacımız var. Fakat okuyucular yazısız kalsın istemeyiz. O yüzden  biz İzmir’deki çalıştaya gelmeden önce yani geçtiğimiz Cumartesi BirGün Kitap’ta yayınlanan, yazar arkadaşımız Elif’le yaptığımız söyleşiyi sizinle paylaşalım dedik.
Elif’in kitabı çıktı 3 ay önce Metis Yayınevi’nden, adı: Katmandu’da Ev Hali.

Elif Köksal ile “Katmandu’da Ev Hali” Üzerine
-ya da “yazmak şifalıdır”-

Elif Kadıkalesi’nde yaşıyor, ben ona yürüme mesafesinde bir bahçede. Bir Çarşamba sabahı deniz kokusuna yakın bir masa bulup oturduk, Metis Yayınları’ndan yeni çıkan ilk kitabı Katmandu’da Ev Hali üzerine konuştuk.

Elif Köksal: Bizim bakkal (Aynur) çok şahane. Bir durum oluyor, üzerine Aynur bir şey diyor,  cümle bile değil ama 3 kelime; böyle durup kalıyorsun. Herşeyi biliyor, bilge yani aslında… Annem öldüğünde herkes, bana tuhaf gelen “başın sağolsun “ gibi cümleler kuruyordu. Fakat Aynur geldi, baktı ve “elin kolun tutmuyordur senin şimdi” dedi. Budur işte, böyle bir kadın. Kitap çıktığında ona verdim bir tane. Bir gün yine burada oturuyoruz bir arkadaşımla, kitaptan bahsediyoruz; “bir göstersene” dedi, eve gitmeye üşendim. Onun yerine Aynur’a gittim iki adım. Bakkal bankosunun hemen arkasındaki rafta duruyor. Aldım  kitabı açtım, 25. sayfada kuru bir gül; ayraç olarak koymuş kaldığı sayfaya… Çok seviyorum bakkalımızı.

İ. Ç.: Ben de sizin kitabınızı. Bir yandan da merak ettiğim şeyler var; mesela kitabın kuruluş biçimi. Katmandu’da Ev Hali, 38 bölümden oluşuyor; “İlk Defa Denizi Görmek”, “Şimdi Sabah”, “Maocu Liderler”, “Kulak Tanrısı Meczubu”, “Zaman Kalpsiz Bir Rüzgar”… Bu bölümler bir zaman dizgisinde ilerlemiyor. Sanki Nepal’de olduğun sürede birikmiş hikayeleri bir fırçadan damlatır gibi damlatmışsın sayfalara, hepsinin benzer tonları var ama yerlerine kendileri karar vermişler. Oysa ki “başka bir yere giden ve oraya dair yazan” yazarların seyahat anlatılarında çoğunlukla benzer bir kurgu vardır: Neden gitmişler, niye oradalar açıklanır, sonra dönene kadar olan biten geriden başlayarak anlatılır. Kitabında bu tip bir kurgu yok.İlginç olan bir şey de senin, “orayı” yani Nepal’i, Doğu’yu anlatırken kendini ya da  “burayı”, Türkiye’yi  tanımlamaya çalışmıyor olman; oryantalist bir bakış açısı da yok bu kitapta.
E.K: Şimdi aklıma daha önce düşünmediğim bir şey geldi; sanki arkayı kaybetmişim ben, Türkiye’yi kaybetmiş bir Türk olarak oradayım. 93’teki Sivas olaylarına çok üzülmüştüm sonra buralardan gidesim geldi… O sırada İstanbul, Hisar’da oturuyorduk. İçimde şöyle bir his vardı: öyle bir yerde olayım ki, sokakta yürürken insanların konuşmalarından bir kelime anlamayayım. Böyle bir ihtiyaç duydum. Çok tuhaf gelişmelerle 93’ün sonunda Türkiye’den çıktık; sokaktan bulduğumuz bir köpeğimiz vardı, çok havlayınca evsahibimiz bizi evden attı. Yeni bir ev tutacak paramız da yoktu ve herşeyi sattık sonunda iki tane bilet alacak paramız oldu.
O arkayı kaybetmiş olma hali yüzünden  ait olduğum başka bir yer var diye dolaşmadım hiçbir yerde. Bundandır herhalde.

İ. Ç.: Peki kitabın kurgusu, bölümlerin bir araya geliş biçimi nasıl oluştu?
E.K: Hikayelerin oluşması 11 senede oldu ama bölümlerin dizilimi editörümün, Semih Sökmen’in şahaneliğidir. Ben ona kapkarışık deli bir dosya vermiştim. İlk aldığında “bu Türkçe değil” diyerek geri verdi.

İ. Ç.: Türkçen Nepal’de olduğun süre içinde bozulduğundan  mı yoksa kitabın içinde ara ara geçen Nepalce kısımlar yüzünden  mi? Bazı cümlelerin, deyişlerin, kelimelerin Nepalce’sini hatta Tibetçe’sini metin içine almışsın ya, mesela okuyucuya “lütfen bana tereyağlı çay vermeyin” den hemen sonra “nga-la pö ca mağ teğ roğ nang” yazarak Tibetçe’sini okutuyorsun . Bu muhteşem bir şey aslında, “oranın” sesini duyuruyor bize.
E.K: Sentaks biraz tuhaf ya, biraz daha tufahtı başlarda. Semih abi oraları düzelttirdi bana. En son geçen sene bütün hikayeleri kestik, yere dizdik. “En deli hikayen hangisi” dedi ve onu başa koyarak beraberce sıraladık hepsini.
Metinde geçen sesleri ise çok seviyorum, bana iyi geliyor yazarken araya Nepalce bir şey koymak. Benim diyemediğim birşeyi diyor çünkü o sesler.
Peki ben sana sorayım şimdi; çok mu kederli ?  Ben okuduktan sonra “amma kederli yazmışım” dedim.

İ. Ç.: Okurken çok değil ama yaşantı halinin kederli olduğunu hissediliyor. Zaten sen de saklamaya çalışmıyorsun, kitapta birçok yerde sakince, öylece ağlayıverdiğini yazıyorsun.  Kitapta da zaten  bir “insanlık durumu”var: Yazılanın  neresi olduğu aslında çok da önemli değil. Okuyucunun aklını egzotik ilginçlik tasvirleriyle çelmeye çalışmayan, tersine; ona insanlık hallerine dair duygulanımları aktarmaya çalışan bir yazar var.
E.K: Geçen gün moralim bozuldu birşeye. Çıktım pazara gittim, orada bir Zeyyat Amca var, bana hep sigara ikram eder; çok tatlı bir adam, ihtiyar. Tulumba tatlısı aldım beraberce yedik. Nasıl iyi geldi, o daralmalar geçti;  öyle bir şey işte. Kendini dışarıya, başkalarına  açabildiğin zaman geçiyor. En çok sana iyi geliyor.

İ. Ç.: Neden yazmak istedin peki Elif, nasıl başladı bu hikayeler yazılmaya?
E.K: İlk başta Tibetçe öğreniyordum, üniversitede kursa gidiyordum orada. Her sabah  rahip hocam geliyordu, iki saat Tibetçe öğretiyordu bana ama Nepalce, İngilizce bilmiyordu; sadece biraz Çince ve Tibetçe. O kadar çok öğretmek istiyordu ki; bana hep hikayeler anlatıyordu. Sözlüklerle, kitaplarla bütün kulaklarımı açıp dinliyordum, nasıl anlamak istiyordum! Öyle bir düzlem var çünkü; çok anlamak istiyorsanız kelimeyi bilmeseniz de kavrıyorsunuz. İlk onun fikriydi; beraber kitap yazacaktık. İlk öyle başladı sonra “yazmasaydım çatlayacaktım” dönemi geldi.

İ. Ç.: Hangi hikayeler bu dönemden?
E.K: Mesela birinin gelip kucağıma bebek bırakıverdiği, “Dikkat et, ne istediğinize dikkat etmek lazım rinpochesi” bölümü. Onu yazmasaydım çatlayacaktım mesela. Janakpur’daki cüzzam hastanesi de öyle. Onları yazmak çok iyi geldi.

İ. Ç.: Yazdığın zaman o hikayeler senden çıkıyor, ağırlıkları hafifliyor diye mi “iyi geldi” diyorsun.
E.K: Evet, zaten şifa bulmak için yazıyorsun, başkasına anlatmak için yazmıyorsun. Çok iyi geliyor yazmak. “Zaman Kalpsiz Bir Rüzgar”daki Cawalakhel’in dilencileri mesela. Onları yazmasaydım  çatlardım; bir sene boyunca her gün onlara baktım; o kadar arkadaşım olmuşlardı ki. Çok yazmak istedim, bir bağlantı kurmak… Ama ilk yazdığında hemen iyi gelmiyor, dönüp dönüp yeniden yazıyorsun, orasını burasını düzeltiyorsun ve belki 8. belki 38. seferden sonra bir an geliyor, yazdığın bitmiş oluyor,  “artık yeter, git” diyor sana, dönüp okuyamıyorsun bile. İşte o zaman duyulan bir his var, dünyanın en iyi hislerinden biri. O hissin peşinde ve onun için yazıyorum. O sonuncu his. Böyle bir “hah” hissi var. Çok az şeyde geliyor o huzur insana.

Elif Köksal, Katmandu’da Ev Hali, 219 sayfa,  Metis Yayınları,  Mart 2010.

İrem Çağıl, 12 Haziran 2010, BirGün Kitap

2 Responses to “Elif’le Katmandu’da Ev Hali: Söyleşi”

  1. eda Says:

    O kadar güzel ifade etmiş ki yazan, huzur sardı her yanımı, yarın kitabı alıyorum…

  2. rana Says:

    ben de bayıldım doğrusu. boğazımda bal gibi bir yoğunluk ve tat bıraktı. yutsam mı acep? teşekkürler.


Yorum bırakın